Yazı kategorisi: Genel, Uçuk Kaçık Bilgiler

Bir Türlü Kapanmayan Yara: KADIN SÜNNETLERİ

Geçenlerde bir arkadaş grubumuzla toplandık, öyle havadan sudan muhabbet ediyoruz. Ortaya “hiç unutamadığınız an” sorusu atılınca tabi biraz hafızayı yoklamak gerekti. Biliyorsunuz bilinçaltı büyük bir çöplük ve ne bulursa yutup alıyor. O an kendimi düşünmeye zorlayınca neredeyse 20 küsur yıl önce izlediğim bir görüntü belirdi hafızamda: Kadın sünneti

Söylerken bile insanın tüyleri diken diken eden bu caniliği ilk duyduğumda orta okula falan gidiyor olmalıyım. İlk başta idrak edemeyip sonrasında korkuya kapıldığım büyük bir acı gerçek. Hatta öyle bir acı gerçek ki BM’in 2020 verilerine göre dünya üzerinde tam tamına 200bin kadına bu işkence yapılmış durumda.

kadın sünneti

Kadın Sünneti Nedir? Kadın Sünneti Nasıl Yapılıyor?

Başta Afrika olmak üzere Orta Doğu ve Asya’nın belli bölgelerinde sözde “saflık imaresi” adı altında kız çocukları ve kadınlara sünnet yapılıyor. “Yahu kadın sünneti nedir, öyle şey mi olur” demeyin. Bunu normalleştiren, gelenek haline ya da dini inanca bağlayanlar ellerinde jiletler baya kız çocuklarını doğruyor. Hele ki bir de kadın sünneti nasıl yapılıyor kısmına bakılırsa durum gerçekten içler açısı.

Bizdeki “Sünnetçi” tabiri bu kadın sünnetinde de geçerli bir tabir. Sünnet edilecek kız çocuğunun evinde yapılan bu işlem de anestezi kullanıp kullanmamak tamamen sünnetçinin elinde. Okurken bile gözünüzde canice bir manzara oluştuğundan eminim. Diğer çocuklarda da kullanılmış, dezenfekte edilmemiş jiletler, cam, bıçaklar, ustura, tırnak ve keskin kaya parçaları kullanılıyor. Evet, yanlış okumuyorsunuz; tırnak ve kaya parçası… Yaşanılan acıyı bir kefeye hayat boyu sürecek tramvayı başka bir kefeye koyun!

Sözde Kadın Sünnetinin 4 Türü

Kadınlar Sünnet Olur mu? Kadınlar Nasıl Sünnet Ediliyor?

Erkek sünnetlerindeki fiziksel işleyişi tahmin etmek çok zor olmuyor ancak kadınlar sünnet olur mu nasıl yapılacak ki diye bir durup düşünüyor insan. Tamamen saçmalıktan, canilikten namus derdine ortaya çıkarılan bir vahşet. 4 tipe ayrılan bu aşamalarda sözde amaç kız çocuğunu temiz, saf göstermek. Eğer bu vahşeti kabul etmezsen kirli, namussuz olarak fişleniyorsun ve etrafındaki herkes seni dışlıyor. Aile için bir nevi namus için kesinlikle yapılacak bir işlem gibi görülen kadın sünneti o küçük bedenlerde asla kapanmayan devasa yaralara dönüşüyor.

  • Tip 1: Kadınlarda cinsel zevk için önemli yerlerden biri olan clitoris kesilerek çıkartılıyor ve etrafındaki deriyi kazıyorlar.
  • Tip 2: Yine clitorisle beraber vajinanın iç dudakları resmen virüslü bir yarayı kazımak gibi kesilip atılıyor.
  • Tip 3: Clitoris, iç dudaklar ve dış dudaklar tamamen kesiliyor. Sonra dikilerek kapatılıyor ama görseldeki gibi tamamen değil. Küçük bir nohut tanesi kadar aralık bırakılıyor ki idrar için sorun yaşanmasın! Evlenip ilişkiye girmek için o dikişlerin kesilmesi gerekmesi de ayrı bir boyutu. Hele ki normal doğum yapmanın zorlaştığı ve çoğu bebeğin zarar vermesini söylemiyorum bile.
  • Tip 4: Ya critoris ya da cinsel alanın tamamında delinmeler, kazımalar, ateşle yakmalar gibi tamamen yapanların vicdanına kalan işlemler.
kız çocuklar sünnet ediliyor

Kadın Sünneti Yapan Ülkeler

Bilinçsizce ve resmen sadist duygularla kız çocuklarının maruz bırakıldığı bu işkence pek çoğunun enfeksiyon kapmasına, çeşitli hastalıklara yakalanmasına neden oluyor. İdrarını bile yapamayacak duruma getirilen bu çocuklar ilerleyen yaşlarında ne cinsel yaşam görmek istiyor ne de zevk alabiliyor. Bütün hayatları o küçük yaşta başlarına çöken kadınlarla birlikte silinip gidiyor. Bu zorbalığı küçüklüğünde yaşayanların bir çoğu o anlarda kendisini bir hayvanı bağlar gibi tuttuklarını, içlerinde hiç acıma duyguların olmadığını aktarıyor. Maalesef bir türlü önüne geçilemeyen, her geçen gün büyüyen bu yarayı yani kadın sünneti yapan ülkeler listesini en üstünde Afrika kıtası var. Mısır, Gambiya, Etiyopya ve Endonezya büyük bir çoğunluğunu oluştururken, Yeni Zellanda ve Avustralya’da da ele gelir sonuçlar var. ABD’de yasaklamış olmasına rağmen orada bile hala kaçak yollarla kadınlar sünnet ediliyor!

Kaynaklar:

Yazı kategorisi: Genel, Uçuk Kaçık Bilgiler

Tarihin İlk Birası Ne Zaman Üretildi? Nasıl Ortaya Çıktı?

Sizlerde ben gibi birayı su niyetine kullananlardan mısınız? Yorgun geçen bir iş gününün sonunda şöyle evime gelip TV karşısında ayaklarımı uzatırken, sağ elimin altında buz gibi bir bira bulundurmayı çok seviyorum. He, böyle alkoliklik durumu da değil hani. Gerçek bira severlerin, şu anda ne anlatmak istediğimi anlayabildiğinden eminim. Yıllardır severek yürüttüğüm bu aktivite geçenlerde aklıma bir soru düşürdü; İlk bira ne zaman üretildi? Bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmeyen bu konunun Uçuk Kaçık Bilgiler’in ilk konusu olabileceğine karar verdim. Şimdi sizlerde konunun detaylarını merak ediyorsanız; haydi başlayalım…

İlk Birayı Kim Buldu?

Genellikle pek çok “ilk” ya deneme yanılma yöntemiyle ya da tesadüfen ortaya çıkıyor. İşte bunlardan biri olan bira da tamamen tesadüfi bir şekilde ortaya çıkmış. Bildiğiniz gibi tarihteki bilgileri yeni keşifle sayesinde güncellenebiliyor fakat bira için karşınıza çıkacak ilk tarih M.Ö 5000’li yıllar. Evet, ilk duyduğumda ben de “hadi canım oradan” demiştim. Bu dönemde Mezopotamya’da hayatını devam ettiren Sümerli bir kadının unutkanlığı biranın keşfine zemin hazırlamış. Yapılan araştırmalar ve tahminlere göre bu kadın bir ekmeği ıslak olarak unutuyor. Evinde kendi birasını yapan pek çok arkadaşın da bilebileceği gibi bira yaparken fermente olmasını sağlamak gerekir. Islak halde unutulan bu ekmek bira tarihi için ilk kapı olarak karşımıza çıkıyor. Yine o süreçte biralar kadınlar tarafından üretilip satılmaya başlandı. Bu konudaki kaynaklara şöyle bir göz attığınızda Sümerlilerin “bira tanrısı” bile var. Sağlık ve yorgunluğu atmak için sık tüketildiğini görebiliyoruz. Kısacası ilk bira ne zaman üretildi gibi soruyla karşılaşırsanız hemen Sümerli bir kadın diyebilirsiniz.

Sonraki yüzyıllarda elbette bira ve bira çeşitleri Babiller, Mısırlılar, Hititler, Frigya, Romalılar ve Eski Yunan’da tarih sahnesine çıktı.

İlk Bira Fabrikası

M.Ö 5000’li yıllarda insanoğlunun hayatına giren ve geçen yüzyıllar içerisinde büyük evrim geçiren bira kuşkusuz Almanya sayesinde bugünkü haline doğru evrildi. M.S 8.yüzyıl gibi bir zamanda o güne kadar ardıç ve zencefil kullanılarak hazırlanan bira tarihi rotasını şerbetçiotuna çevirdi. Kadınlar sayesinde başlayan bira üretim süreci bir anda Manastırların eline geçti. Tabi bu süreçte bira alımı konularında belli kurallar, geleneklere işleyen bira gelenekleri de ortaya çıktı. 12.yüzyıla gelindiğinde ise bira üretimi bir anda zenginlerin eline geçti. Büyük bir ticaret kapısı oluştuğu için günümüzdeki sendikaların işlevlerinde Biracılar Birliği bile kuruldu. Sonraki yüzyıllarda yine tarih sahnesinde Almanların oynadığı “Alman Bira Saflık Kanunu” 1516 yılında yürürlüğe girdi ve günümüzdeki haline kavuştu. 1602 yılında ise şişe kullanımıyla uzun ömürlülük sağlandı. Ufak ve orta çaplı olarak uygarlıklar tarafından kurulan bira üretim yerlerini bir kenara bırakırsak; profesyonel ve çok üretim yapma kapasitesine sahip İlk bira fabrikası 1880’lerde Londra kuruldu. O dönemde fabrikanın dünya çapında yıllık üretimi 200 bin fıçı olarak tarihe geçti. Peki, biz Türkler nasıl birayla tanıştık? 1835 yılından demiryolu çalışmalarının gelişerek ticareti de etkilemesiyle Osmanlı’da bu sevilen içecekle tanıştı.

Yazı kategorisi: Genel, Tatlı Tuzlu

Sessiz…

Söyleyecek tek bir sözü yoktu Ayla’nın… Bu saatten sonra ağzından dökülecek tek bir kelimeye dahi gücü olmayan, yorgun ve yalnız bir savaşçıydı…Duyduklarının gerçek olmaması için sağır olmayı dileyecek kadar kırgın ve umutsuzdu… Yıllar önce kurduğu hayaller bir anda karşısına dikilmiş, sorgusuz sualsiz hayatına dahil olmuş ve kendi elleriyle ördüğü o muazzam duvarları yavaş yavaş yıkıp geçmişti. Sanki gökyüzünde eşsiz bir dansın içindeki bulutlar ayaklarının altına serilmiş, bütün kuşlar sadece onun için şarkılar söylemeye başlamış ve mis gibi güller sadece onun için açmaya niyetlenmişti…

Tek istediği sıcacık bir kucak, buram buram huzur kokan bir çift omuzdu. Hayatı boyunca sahip olmadığı tek şeyin minik hem de en küçüğünden bir aile olduğunu kendisine bile yıllarca itiraf edemeyen bu küçük Ayla, yıllar sonra kurduğu hayallerin onu paramparça edeceğinden habersiz, bir köşede sessizce susuyordu artık… Yatağında küçük, masum bir bebek gibi kıvrılan Kaan’ı izliyor ve içinden “bunlar yalan olamaz” diyordu…

Yalan değildi de zaten…İşte tam da karşısındaydı. Gözlerinin içine bakınca kalbini deliler gibi attıran, sessizliğiyle içine korkular kaplayan ve her koşulda sımsıkı sarabilen o adam bir kaç metre uzağında, savunmasız bir şekilde uyuyordu… Şiddetli bir kavganın ardından neden bu kadar masum görünüyordu ki… Aslında sinir bozucu bile gelebilirdi.

Yazı kategorisi: Genel, Tatlı Tuzlu

Corona Günlerinde Aşk

Covid -19 kısacası bilinen adıyla corona başlangıcında pek ciddiyetini kavrayamadığımız ancak ilerleyen süreçlerde yaşanan kayıplarla birlikte hepimize büyük farkındalıklar kazandırdı. Dört duvar arasında yaşamayı ve kısıtlamalara uymayı öğrenirken sevdiklerimizle olan bağlarımızda farklı boyutlara ulaştı elbette. Kimileri hayatındaki kişilerin başka yüzleriyle karşılaşırken ben gibi bir çok kişi de şükredilmesi gereken değerleri bir kez daha kavradı. İşte tam da böyle günlerde bir aydınlanmayı da baba ile yaşadım.

her kız çocuğunda olduğu gibi babaya aşık olarak büyümüştüm fakat ilerleyen yıllarda biraz deli çağlarında etkisiyle aileyle her çocuk gibi zıt düştüm. Görüş ayrılıkları, farklı çağlara ait olma derken aramızda buzdan duvarlar çekildi. ne ben onu anlamaya çaba sarf ettim ne de o bendeki fırtınaları kabullenebilecek olgunluktaydı. İnsanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüğü yaparak kırgınlıklarımı, kızgınlıklarımı ve yaşayamadıklarımı önyargı dediğimiz lanet tuğlalarla örtmüş ve yıllarca da bu şekilde kendimi koruduğumu sanmıştım. Ta ki yaşlanmaya, yani annemin tabiriyle büyümeye başlayınca ( ki bu tam olarak 30 yaşıma geldiğimde oluyor) önyargı dediğim tuğlalar yıkılmaya başladı. Sanki yıllardır gözlerimin önünde kapatılmış bir perde vardı da birden o perde pat diye açıldı ve içeriye göz kamaştıran gün ışığı dolmaya başladı. Yaşadığım şaşkınlığı düşünecek olursak şimdilerde tek kırgınlığım boşa harcadığım yıllar oldu.

Onca sene içinde öfkeyle beslediğin önyargılar birden gün ışığı alınca bambaşka boyutlara ulaştı ve neredeyse tüm doğru saydıklarım birden boş çuval gibi yere yıkıldı desem yalan olmaz. Özel günler, mezuniyetler, terfi kutlamaları, bayramlar aklınıza ne gelirse hepsini ailemle paylaşmadan en kötüsü de yılların insanda yarattığı çizgileri fark edemeden onca sene geçirmiştim. Bir kere bile ona sarılmamış, bırakın sarılmayı “babam” diyemeden heba edilen yılların acısını şimdilerde bol bol görüşmeye çalışarak doldurmaya çalışsam da kaybettiğim zamana hayıflanmadan da edemiyorum.

Kendimi hep çok olgun ve empati yeteneği yüksek biri sanırdım. Hatta öyle ki tüm arkadaş ve özel ilişkilerimde kişiler ne kadar anlayışlı, bağışlayıcı, yapıcı davranan biri olduğumu sansa da aslında ben hayatımdaki en önemli erkeğe sırtımı dönerek resmen intikam almıştım. Şimdi geçmişi düşünüp hani o kırıldığım anlara gittiğimde ne kadar da ufacık sorunlarmış diyorum. Bir gün uyanacaksın ve bir de aileni çok sevdiğini, onları görmeden ve seslerini duymadan hayatın ne kadar da anlamsız olacağını fark edeceği bilemezdim elbette ki. Ha diyeceksin ki silindiği tüm yanlışlar, unuttun mu seni paramparça eden yalnızlıkları. Unutmak keşke mümkün olsa hatta uyansam ve hepsi bir rüyadan ibaret olsa derdim. Kolay değil tabi bazı eksiklikleri tamamlayamadan yaş almak. Ancak şu corona günlerinde o 6 yaşında babasına deliler gibi aşık olan küçük kıza geri döndüm. Buna bir nevi de kaybettiğim özümü yeniden kaldırdığım raflardan aldım diyebiliriz. Bugünlerde o rafta yıllardır bekleyen ve toz, pas içinde kalan küçük kızı temizliyorum. Ruhumdan, kalbimden ve bedenimden içimde sıkışıp kalan kalan anıları, önyargıları, sevgisizliği silmeye çalışıyorum. Babamın yüzündeki derin çizgilere yerlerini ezberlemeye çalışırcasına bakıyorum sanki yüzündeki her bir kareyi bir an önce hafızama kazıyamazsam bu bir son olabilirmiş gibi… Korkuyorum senin anlayacağın… Hani derler ya “bir evi, ev yapan annedir ama o evin gölgesi de babadır” diye işte ben o gölgeden bir dakika bile ayrılmak istemiyorum.

Bireysel bir olgunluğa adım attığımı fark ettiğim andan bu yana, eskiden unutmak için zihnimin en ücra köşelerine gönderdiğim her şeyi şimdi yeniden kendi ellerimle önüme seriyor ve bir kez daha analiz ediyorum. Tüm bunlar yaşanırken de şöyle bir kendime bakıyorum da ne kadar huzur dolu ve mutluyum… Ne aldığım başarılar ne terfiler ne de arkadaş dediğim kişilerin sağlayamadığı huzuru sadece ve sadece aile verebiliyormuş. Yeni yürümeye başlayan bir bebek gibi koşuyorum aile keşfime. Kim neyi nasıl sever, ne yaparsam mutlu olurlar diye sular seller gibi onları izliyorum. Kalan kısacık zamandan ne kadar şey depolayabilirsem o kadar mutlu oluyorum. Velhasıl kelam, sözü uzatmadan sadede gelecek olur ve zamanında “of başladı nasihate” dediğimiz kısma gelirsek; affet arkadaş! Ne yaşanırsa yaşansın, ne düşlemiş olursan ol önce kendini sonra da değer vermen gereken insanları affet. Bunu önce kendi fiziksel ve mental sağlığın sonrada huzurun için yap, sırtından taş yüklü bir çuvalı indirmiş olacağının garantisini sana şimdiden verebilirim. Ha elbette belin yıllardır bükük olduğu ve koca bir taşı sırtında taşıdığın için elbette bazı yüzeysel ve derin yaraların olacak. Zamansız yerlerde kanayıp seni yine umutsuzluğa, çıkmaz sokaklara sürükleyecek. Sana bu süreçten sonra baktığın her yer tozpembe görünecek diyemem hatta bazı dönemler normalden daha zifiri olacak. Bazen annem babam dediğin kişilerin daha kahvesini bile nasıl içtiğini bilmediğinde için sızlayacak, yalan yok çok zor olacak ama bir gün güneş tam tepeye vardığında içindeki o sarhoş edici mutluluklar kapatacaksın gözlerini. Buram buram huzur kokacak ve sen kendini o çınar ağacının gölgesine uzatıvereceksin…Şu an bu bunaltan karantina sürecinde bana inanmak istemiyorsun değil mi? Denemesi bedava netice de bir adım at belki de senin yolculuğun benimkinden çok daha kısa sürecektir, ne dersin?