Yazı kategorisi: Genel

Güven mi? O da Nesi?

Güven kelimesi sözlük anlamıyla ele alındığında ” korku, kuşku duymadan, çekinmeden, inanıp bağlanma duygusu” olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi bu tanıma bakarak hayatınızı ele alın ve kimlere güven duygusu hissettiğinizi bir düşünün. Çoğu kişinin bu durum için verebildiği tek yanıt “ailem” iken cevap veremeyen güven duygusunu yitiren kişiler ne olacak? Ya da onları bu duruma sürükleyen kişi ve/veya olaylar …

Eminim çoğu psikolog ve psikiyatrist bu konuda dert üzerine dert dinliyordur. Hayatının en önemli duygusunu yitirmiş ya da yitirmek üzere olan kişilere acaba bizler de mi bir tekme vuruyoruz? Arkadaşlığını hiçe sayarak, sevgisini değersiz hissettirerek, yeri geldiğinde yaptığı iş için onure etmeyerek… Hem öyle sadece özel hayat değil iş hayatı bile güven duygusunun kaybedilmesi üzerine kurulu. İnancını zamanla yitirenler ve kimseyle bağ kurmak istemeyenlerin çoğaldığı şu günlerde umarım siz güven duygunuzu yitirmemişsinizdir. Konu o kadar derin ve dallı budaklı ki alanının uzmanları bile görüş ayrılığına kapılabilir. Neyse ki ben alanının uzmanı değilim de rahatça düşüncelerimi dile getirebiliyorum. Dahası bu konuda anlatılacak, söylenecek çok hikayem var ama şimdilik kısa bir temenni ile veda etmek en güzeli… Daha sağlıklı, daha güzel ve daha mutlu bir hayat için kimsenin güven duygusunu yok etmeyin hele ki sizinkini yok etmelerine hiç izin vermeyin…

Yazı kategorisi: Genel, Uçuk Kaçık Bilgiler

Bir Türlü Kapanmayan Yara: KADIN SÜNNETLERİ

Geçenlerde bir arkadaş grubumuzla toplandık, öyle havadan sudan muhabbet ediyoruz. Ortaya “hiç unutamadığınız an” sorusu atılınca tabi biraz hafızayı yoklamak gerekti. Biliyorsunuz bilinçaltı büyük bir çöplük ve ne bulursa yutup alıyor. O an kendimi düşünmeye zorlayınca neredeyse 20 küsur yıl önce izlediğim bir görüntü belirdi hafızamda: Kadın sünneti

Söylerken bile insanın tüyleri diken diken eden bu caniliği ilk duyduğumda orta okula falan gidiyor olmalıyım. İlk başta idrak edemeyip sonrasında korkuya kapıldığım büyük bir acı gerçek. Hatta öyle bir acı gerçek ki BM’in 2020 verilerine göre dünya üzerinde tam tamına 200bin kadına bu işkence yapılmış durumda.

kadın sünneti

Kadın Sünneti Nedir? Kadın Sünneti Nasıl Yapılıyor?

Başta Afrika olmak üzere Orta Doğu ve Asya’nın belli bölgelerinde sözde “saflık imaresi” adı altında kız çocukları ve kadınlara sünnet yapılıyor. “Yahu kadın sünneti nedir, öyle şey mi olur” demeyin. Bunu normalleştiren, gelenek haline ya da dini inanca bağlayanlar ellerinde jiletler baya kız çocuklarını doğruyor. Hele ki bir de kadın sünneti nasıl yapılıyor kısmına bakılırsa durum gerçekten içler açısı.

Bizdeki “Sünnetçi” tabiri bu kadın sünnetinde de geçerli bir tabir. Sünnet edilecek kız çocuğunun evinde yapılan bu işlem de anestezi kullanıp kullanmamak tamamen sünnetçinin elinde. Okurken bile gözünüzde canice bir manzara oluştuğundan eminim. Diğer çocuklarda da kullanılmış, dezenfekte edilmemiş jiletler, cam, bıçaklar, ustura, tırnak ve keskin kaya parçaları kullanılıyor. Evet, yanlış okumuyorsunuz; tırnak ve kaya parçası… Yaşanılan acıyı bir kefeye hayat boyu sürecek tramvayı başka bir kefeye koyun!

Sözde Kadın Sünnetinin 4 Türü

Kadınlar Sünnet Olur mu? Kadınlar Nasıl Sünnet Ediliyor?

Erkek sünnetlerindeki fiziksel işleyişi tahmin etmek çok zor olmuyor ancak kadınlar sünnet olur mu nasıl yapılacak ki diye bir durup düşünüyor insan. Tamamen saçmalıktan, canilikten namus derdine ortaya çıkarılan bir vahşet. 4 tipe ayrılan bu aşamalarda sözde amaç kız çocuğunu temiz, saf göstermek. Eğer bu vahşeti kabul etmezsen kirli, namussuz olarak fişleniyorsun ve etrafındaki herkes seni dışlıyor. Aile için bir nevi namus için kesinlikle yapılacak bir işlem gibi görülen kadın sünneti o küçük bedenlerde asla kapanmayan devasa yaralara dönüşüyor.

  • Tip 1: Kadınlarda cinsel zevk için önemli yerlerden biri olan clitoris kesilerek çıkartılıyor ve etrafındaki deriyi kazıyorlar.
  • Tip 2: Yine clitorisle beraber vajinanın iç dudakları resmen virüslü bir yarayı kazımak gibi kesilip atılıyor.
  • Tip 3: Clitoris, iç dudaklar ve dış dudaklar tamamen kesiliyor. Sonra dikilerek kapatılıyor ama görseldeki gibi tamamen değil. Küçük bir nohut tanesi kadar aralık bırakılıyor ki idrar için sorun yaşanmasın! Evlenip ilişkiye girmek için o dikişlerin kesilmesi gerekmesi de ayrı bir boyutu. Hele ki normal doğum yapmanın zorlaştığı ve çoğu bebeğin zarar vermesini söylemiyorum bile.
  • Tip 4: Ya critoris ya da cinsel alanın tamamında delinmeler, kazımalar, ateşle yakmalar gibi tamamen yapanların vicdanına kalan işlemler.
kız çocuklar sünnet ediliyor

Kadın Sünneti Yapan Ülkeler

Bilinçsizce ve resmen sadist duygularla kız çocuklarının maruz bırakıldığı bu işkence pek çoğunun enfeksiyon kapmasına, çeşitli hastalıklara yakalanmasına neden oluyor. İdrarını bile yapamayacak duruma getirilen bu çocuklar ilerleyen yaşlarında ne cinsel yaşam görmek istiyor ne de zevk alabiliyor. Bütün hayatları o küçük yaşta başlarına çöken kadınlarla birlikte silinip gidiyor. Bu zorbalığı küçüklüğünde yaşayanların bir çoğu o anlarda kendisini bir hayvanı bağlar gibi tuttuklarını, içlerinde hiç acıma duyguların olmadığını aktarıyor. Maalesef bir türlü önüne geçilemeyen, her geçen gün büyüyen bu yarayı yani kadın sünneti yapan ülkeler listesini en üstünde Afrika kıtası var. Mısır, Gambiya, Etiyopya ve Endonezya büyük bir çoğunluğunu oluştururken, Yeni Zellanda ve Avustralya’da da ele gelir sonuçlar var. ABD’de yasaklamış olmasına rağmen orada bile hala kaçak yollarla kadınlar sünnet ediliyor!

Kaynaklar:

Yazı kategorisi: Genel, Uçuk Kaçık Bilgiler

Tarihin İlk Birası Ne Zaman Üretildi? Nasıl Ortaya Çıktı?

Sizlerde ben gibi birayı su niyetine kullananlardan mısınız? Yorgun geçen bir iş gününün sonunda şöyle evime gelip TV karşısında ayaklarımı uzatırken, sağ elimin altında buz gibi bir bira bulundurmayı çok seviyorum. He, böyle alkoliklik durumu da değil hani. Gerçek bira severlerin, şu anda ne anlatmak istediğimi anlayabildiğinden eminim. Yıllardır severek yürüttüğüm bu aktivite geçenlerde aklıma bir soru düşürdü; İlk bira ne zaman üretildi? Bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmeyen bu konunun Uçuk Kaçık Bilgiler’in ilk konusu olabileceğine karar verdim. Şimdi sizlerde konunun detaylarını merak ediyorsanız; haydi başlayalım…

İlk Birayı Kim Buldu?

Genellikle pek çok “ilk” ya deneme yanılma yöntemiyle ya da tesadüfen ortaya çıkıyor. İşte bunlardan biri olan bira da tamamen tesadüfi bir şekilde ortaya çıkmış. Bildiğiniz gibi tarihteki bilgileri yeni keşifle sayesinde güncellenebiliyor fakat bira için karşınıza çıkacak ilk tarih M.Ö 5000’li yıllar. Evet, ilk duyduğumda ben de “hadi canım oradan” demiştim. Bu dönemde Mezopotamya’da hayatını devam ettiren Sümerli bir kadının unutkanlığı biranın keşfine zemin hazırlamış. Yapılan araştırmalar ve tahminlere göre bu kadın bir ekmeği ıslak olarak unutuyor. Evinde kendi birasını yapan pek çok arkadaşın da bilebileceği gibi bira yaparken fermente olmasını sağlamak gerekir. Islak halde unutulan bu ekmek bira tarihi için ilk kapı olarak karşımıza çıkıyor. Yine o süreçte biralar kadınlar tarafından üretilip satılmaya başlandı. Bu konudaki kaynaklara şöyle bir göz attığınızda Sümerlilerin “bira tanrısı” bile var. Sağlık ve yorgunluğu atmak için sık tüketildiğini görebiliyoruz. Kısacası ilk bira ne zaman üretildi gibi soruyla karşılaşırsanız hemen Sümerli bir kadın diyebilirsiniz.

Sonraki yüzyıllarda elbette bira ve bira çeşitleri Babiller, Mısırlılar, Hititler, Frigya, Romalılar ve Eski Yunan’da tarih sahnesine çıktı.

İlk Bira Fabrikası

M.Ö 5000’li yıllarda insanoğlunun hayatına giren ve geçen yüzyıllar içerisinde büyük evrim geçiren bira kuşkusuz Almanya sayesinde bugünkü haline doğru evrildi. M.S 8.yüzyıl gibi bir zamanda o güne kadar ardıç ve zencefil kullanılarak hazırlanan bira tarihi rotasını şerbetçiotuna çevirdi. Kadınlar sayesinde başlayan bira üretim süreci bir anda Manastırların eline geçti. Tabi bu süreçte bira alımı konularında belli kurallar, geleneklere işleyen bira gelenekleri de ortaya çıktı. 12.yüzyıla gelindiğinde ise bira üretimi bir anda zenginlerin eline geçti. Büyük bir ticaret kapısı oluştuğu için günümüzdeki sendikaların işlevlerinde Biracılar Birliği bile kuruldu. Sonraki yüzyıllarda yine tarih sahnesinde Almanların oynadığı “Alman Bira Saflık Kanunu” 1516 yılında yürürlüğe girdi ve günümüzdeki haline kavuştu. 1602 yılında ise şişe kullanımıyla uzun ömürlülük sağlandı. Ufak ve orta çaplı olarak uygarlıklar tarafından kurulan bira üretim yerlerini bir kenara bırakırsak; profesyonel ve çok üretim yapma kapasitesine sahip İlk bira fabrikası 1880’lerde Londra kuruldu. O dönemde fabrikanın dünya çapında yıllık üretimi 200 bin fıçı olarak tarihe geçti. Peki, biz Türkler nasıl birayla tanıştık? 1835 yılından demiryolu çalışmalarının gelişerek ticareti de etkilemesiyle Osmanlı’da bu sevilen içecekle tanıştı.

Yazı kategorisi: Genel, Tatlı Tuzlu

Sessiz…

Söyleyecek tek bir sözü yoktu Ayla’nın… Bu saatten sonra ağzından dökülecek tek bir kelimeye dahi gücü olmayan, yorgun ve yalnız bir savaşçıydı…Duyduklarının gerçek olmaması için sağır olmayı dileyecek kadar kırgın ve umutsuzdu… Yıllar önce kurduğu hayaller bir anda karşısına dikilmiş, sorgusuz sualsiz hayatına dahil olmuş ve kendi elleriyle ördüğü o muazzam duvarları yavaş yavaş yıkıp geçmişti. Sanki gökyüzünde eşsiz bir dansın içindeki bulutlar ayaklarının altına serilmiş, bütün kuşlar sadece onun için şarkılar söylemeye başlamış ve mis gibi güller sadece onun için açmaya niyetlenmişti…

Tek istediği sıcacık bir kucak, buram buram huzur kokan bir çift omuzdu. Hayatı boyunca sahip olmadığı tek şeyin minik hem de en küçüğünden bir aile olduğunu kendisine bile yıllarca itiraf edemeyen bu küçük Ayla, yıllar sonra kurduğu hayallerin onu paramparça edeceğinden habersiz, bir köşede sessizce susuyordu artık… Yatağında küçük, masum bir bebek gibi kıvrılan Kaan’ı izliyor ve içinden “bunlar yalan olamaz” diyordu…

Yalan değildi de zaten…İşte tam da karşısındaydı. Gözlerinin içine bakınca kalbini deliler gibi attıran, sessizliğiyle içine korkular kaplayan ve her koşulda sımsıkı sarabilen o adam bir kaç metre uzağında, savunmasız bir şekilde uyuyordu… Şiddetli bir kavganın ardından neden bu kadar masum görünüyordu ki… Aslında sinir bozucu bile gelebilirdi.

Yazı kategorisi: Genel, Tatlı Tuzlu

Corona Günlerinde Aşk

Covid -19 kısacası bilinen adıyla corona başlangıcında pek ciddiyetini kavrayamadığımız ancak ilerleyen süreçlerde yaşanan kayıplarla birlikte hepimize büyük farkındalıklar kazandırdı. Dört duvar arasında yaşamayı ve kısıtlamalara uymayı öğrenirken sevdiklerimizle olan bağlarımızda farklı boyutlara ulaştı elbette. Kimileri hayatındaki kişilerin başka yüzleriyle karşılaşırken ben gibi bir çok kişi de şükredilmesi gereken değerleri bir kez daha kavradı. İşte tam da böyle günlerde bir aydınlanmayı da baba ile yaşadım.

her kız çocuğunda olduğu gibi babaya aşık olarak büyümüştüm fakat ilerleyen yıllarda biraz deli çağlarında etkisiyle aileyle her çocuk gibi zıt düştüm. Görüş ayrılıkları, farklı çağlara ait olma derken aramızda buzdan duvarlar çekildi. ne ben onu anlamaya çaba sarf ettim ne de o bendeki fırtınaları kabullenebilecek olgunluktaydı. İnsanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüğü yaparak kırgınlıklarımı, kızgınlıklarımı ve yaşayamadıklarımı önyargı dediğimiz lanet tuğlalarla örtmüş ve yıllarca da bu şekilde kendimi koruduğumu sanmıştım. Ta ki yaşlanmaya, yani annemin tabiriyle büyümeye başlayınca ( ki bu tam olarak 30 yaşıma geldiğimde oluyor) önyargı dediğim tuğlalar yıkılmaya başladı. Sanki yıllardır gözlerimin önünde kapatılmış bir perde vardı da birden o perde pat diye açıldı ve içeriye göz kamaştıran gün ışığı dolmaya başladı. Yaşadığım şaşkınlığı düşünecek olursak şimdilerde tek kırgınlığım boşa harcadığım yıllar oldu.

Onca sene içinde öfkeyle beslediğin önyargılar birden gün ışığı alınca bambaşka boyutlara ulaştı ve neredeyse tüm doğru saydıklarım birden boş çuval gibi yere yıkıldı desem yalan olmaz. Özel günler, mezuniyetler, terfi kutlamaları, bayramlar aklınıza ne gelirse hepsini ailemle paylaşmadan en kötüsü de yılların insanda yarattığı çizgileri fark edemeden onca sene geçirmiştim. Bir kere bile ona sarılmamış, bırakın sarılmayı “babam” diyemeden heba edilen yılların acısını şimdilerde bol bol görüşmeye çalışarak doldurmaya çalışsam da kaybettiğim zamana hayıflanmadan da edemiyorum.

Kendimi hep çok olgun ve empati yeteneği yüksek biri sanırdım. Hatta öyle ki tüm arkadaş ve özel ilişkilerimde kişiler ne kadar anlayışlı, bağışlayıcı, yapıcı davranan biri olduğumu sansa da aslında ben hayatımdaki en önemli erkeğe sırtımı dönerek resmen intikam almıştım. Şimdi geçmişi düşünüp hani o kırıldığım anlara gittiğimde ne kadar da ufacık sorunlarmış diyorum. Bir gün uyanacaksın ve bir de aileni çok sevdiğini, onları görmeden ve seslerini duymadan hayatın ne kadar da anlamsız olacağını fark edeceği bilemezdim elbette ki. Ha diyeceksin ki silindiği tüm yanlışlar, unuttun mu seni paramparça eden yalnızlıkları. Unutmak keşke mümkün olsa hatta uyansam ve hepsi bir rüyadan ibaret olsa derdim. Kolay değil tabi bazı eksiklikleri tamamlayamadan yaş almak. Ancak şu corona günlerinde o 6 yaşında babasına deliler gibi aşık olan küçük kıza geri döndüm. Buna bir nevi de kaybettiğim özümü yeniden kaldırdığım raflardan aldım diyebiliriz. Bugünlerde o rafta yıllardır bekleyen ve toz, pas içinde kalan küçük kızı temizliyorum. Ruhumdan, kalbimden ve bedenimden içimde sıkışıp kalan kalan anıları, önyargıları, sevgisizliği silmeye çalışıyorum. Babamın yüzündeki derin çizgilere yerlerini ezberlemeye çalışırcasına bakıyorum sanki yüzündeki her bir kareyi bir an önce hafızama kazıyamazsam bu bir son olabilirmiş gibi… Korkuyorum senin anlayacağın… Hani derler ya “bir evi, ev yapan annedir ama o evin gölgesi de babadır” diye işte ben o gölgeden bir dakika bile ayrılmak istemiyorum.

Bireysel bir olgunluğa adım attığımı fark ettiğim andan bu yana, eskiden unutmak için zihnimin en ücra köşelerine gönderdiğim her şeyi şimdi yeniden kendi ellerimle önüme seriyor ve bir kez daha analiz ediyorum. Tüm bunlar yaşanırken de şöyle bir kendime bakıyorum da ne kadar huzur dolu ve mutluyum… Ne aldığım başarılar ne terfiler ne de arkadaş dediğim kişilerin sağlayamadığı huzuru sadece ve sadece aile verebiliyormuş. Yeni yürümeye başlayan bir bebek gibi koşuyorum aile keşfime. Kim neyi nasıl sever, ne yaparsam mutlu olurlar diye sular seller gibi onları izliyorum. Kalan kısacık zamandan ne kadar şey depolayabilirsem o kadar mutlu oluyorum. Velhasıl kelam, sözü uzatmadan sadede gelecek olur ve zamanında “of başladı nasihate” dediğimiz kısma gelirsek; affet arkadaş! Ne yaşanırsa yaşansın, ne düşlemiş olursan ol önce kendini sonra da değer vermen gereken insanları affet. Bunu önce kendi fiziksel ve mental sağlığın sonrada huzurun için yap, sırtından taş yüklü bir çuvalı indirmiş olacağının garantisini sana şimdiden verebilirim. Ha elbette belin yıllardır bükük olduğu ve koca bir taşı sırtında taşıdığın için elbette bazı yüzeysel ve derin yaraların olacak. Zamansız yerlerde kanayıp seni yine umutsuzluğa, çıkmaz sokaklara sürükleyecek. Sana bu süreçten sonra baktığın her yer tozpembe görünecek diyemem hatta bazı dönemler normalden daha zifiri olacak. Bazen annem babam dediğin kişilerin daha kahvesini bile nasıl içtiğini bilmediğinde için sızlayacak, yalan yok çok zor olacak ama bir gün güneş tam tepeye vardığında içindeki o sarhoş edici mutluluklar kapatacaksın gözlerini. Buram buram huzur kokacak ve sen kendini o çınar ağacının gölgesine uzatıvereceksin…Şu an bu bunaltan karantina sürecinde bana inanmak istemiyorsun değil mi? Denemesi bedava netice de bir adım at belki de senin yolculuğun benimkinden çok daha kısa sürecektir, ne dersin?

Yazı kategorisi: Genel, Tatlı Tuzlu

Olmayanı Oldurmak!

Çok uzunca bir zamandır nefes alıp vermek zorlaşmıştı. Sanki göğsüme saplanıp kalan bir bıçak vardı da yetmezmiş gibi bir de etrafımdakiler sürekli onu kanırtıp duruyordu. Onlar yaramı deştikçe, hayata karşı sergilediğim o dik duruş nedense hep ardı arkası kesilmeyen kadehlerle azalıyordu. Aslında içmiyor, onu yaralarıma döküyordum. Belki temizlenir belki bir daha hiç kanamaz diye… Nedense kurtuluş için seçtiğim her şey yanlıştı… Beni, ne seviyorum dediğim işim kurtarabilirdi ne de çok seviyorum diyen dostlarım…

Sanki çırpındıkça daha çok battığım ve asla canlı kurtulamayacağım bir bataklıktaydım… Önce tek bir ayağımı, sonra komple vücudumu kaybetmiştim… Beni yavaş yavaş içine çeken o yapış yapış şeyin aslında diğer insanlar olduğunu iş işten geçtikten sonra fark ettim… Asla burnundan kıl aldırmayan ben, hayatımın tüm iplerini başkalarına teslim etmiş, sonra da beni yeni biri haline getirmelerini istemiştim. Güvenmiş, ilk defa hesap kitap yapmadan salmıştım kendimi… Hatta öyle bir salmıştım ki bir ara neden benim gözümün üstünde kaş var demeye bile başlamıştım…

Yavaş yavaş kanıma karışan, yıllarca ördüğüm duvarları tek bir sözle yerle bir etmeme sebep olan şeyi belki de aylarca düşündüm. İçimde sıkışan, beni bir anda ters düz eden ve asla olmadığım birine dönüştüren şey neydi ki? Onca sorgu sual sonunda, uykusuz geçen geceler hatta uyuduğumda bile içinden çıkmak için çırpındığım şeyin sonunda cevabını buldum…

Benim sorunum aileydi. Onca yıl tek başına mücadeleden sonra, hırçın dalgalara tek başına göğüs gerdikten sonra tek derdim; işte ailem diyeceğim birilerini yaratmaktı. Yaratmaktı diyorum çünkü var olmayı oldurmak için yoğrulmuştu bedenim… Düşünsene toplumun en küçük birimini kurmak için canla başla didinmiş, kendimi değiştirmek için acımasızca duvarlarımı yıkmış şimdi de çırılçıplak kalmıştım…

Peki ne olmuştu çırılçıplak kalınca… darbelere daha açık daha gelmiştin değil mi? Hala anlamadığım, hala oldurmaya çalıştığım o sevimli aileydi beni öldüren, kanirtan… Kabul etmeliydim ki olmayanı oldurmak asla bir insanoğluna verilmiş yeteneklerden değildi….

Yazı kategorisi: Genel

KADIN OL(MA)!











Kadın dediğin” diye başlayan cümleler duyduğumda mideme kramplar giriyor. Böyle, en sevdiğin yemeği ağız dolusu yemişsin de miden ağzına gelmiş gibi… Biraz daha zorlarsan tüm biriktirdiklerini kusacakmışsın gibi…

İşin acınası tarafı da ne biliyor musunuz? Kadın ol ile olma arasına yaşanan gelgitler… Hayat zor elbet; erkeğe de zor, çocuğa da zor ama en çok bir kadına zor… Öyle iğrenç ki “kadın” kimliğine yapılan saldırılar…Öyle basit kadın içerikli küfürlerden falan hiç bahsetmiyorum… Hele ki “Ben feministim yeaa…” deyip; ne dediğinden haberi olmayanlardan hiç bahsetmiyorum…

Neyden bahsediyorum ki ben? Aslında çok basit…”Yaşam alanı”… Tek derdim yaşam alanı…Kadın ol ile kadın olma arasındaki o minnacık yaşam alanı… İş arkadaşlarının bedenine dikilen gözleri, beynine yöneltilen “sen ne anlarsın” bakışları ve o pis egolarını tatmin etmek için yerin dibine sokma çabaları… Üst komşunun sabah – akşam gözleri ile taciz edip, bıyık burduğu; manavın – bakkalın para üstünü verirken parmak uçlarına değdiği, “canımmm” diyen kadınların arkanı döndüğünde “bu da az yollu değil hee” diye ortalığı inlettiği, “kocam” dediğin adamın “sen yatakta bile bir halta yaramıyorsun” diye horladıkça horladığı o küçük yaşam alanı.

Şu dünyada istediğin kadar eğitim al…Oku, öğren, öğretmeye çabala…İstediğin kadar kariyer yap…ve istediğin kadar malın, mülkün olsun…Gönlünden geçen “kadın” olamadığını fark ettiğinde; içindeki kadını bile-isteye o bahsedilen kalıplara sokuyorsun…Hatanı elbette bir gün anlıyorsun ama iş işten geçmiş oluyor…

İnsan olamadık ki kadın ya da erkek olalım. Cinsiyetlere saplanıp kaldık…Ama inan bana, kadın olmak, erkek olmaktan çok daha zor. Onlardan daha çok çalışman, onların kendinden verdiği ödünlerden daha çok ödün vermen ve onlardan daha çok kendini korumayı öğrenmen lazım..

Ne acı değil mi? “Sevmek ve sevilmeyi öğretmek” için yaratılan bir kadının, çantasında sırf kendini korumak için kesici, delici alet taşıması… Daha otobüsten inmeden, cebine soktuğu avucunda sıkı sıkı evinin anahtarını tutması…Koşar adım yürümesi akşamları…Sırf “yalnız” olduğu öğrenilmesin diye yüzük parmağına yalandan alyans takması…Sonra bu yapılanları bir erkeğe anlatsan; “paranoyak mısın?” derler…Hayır, paranoyak değiliz; kadınız

Çünkü neden? Kadın olmak zayıflıktır. Kadın dediğin tek başına yaşıyorsa; başına gelebileceklerin hesabını sorabilecek kimsesi yoktur… Kadın dediğin sigara içiyorsa öyle arada sırada bir – iki bira aldıysa aman aman… Duman ederler adamı…Senden önde yürür nam-ın… Kimse düşünmez senin de hayallerin olduğunu, kimse umursamaz illa ki bir erkeğe ihtiyaç duymuyor oluşunu ve yine kimse ilgilenmez kafanın içinde şimşekler çaktıracak o zekanla…

Sen dimdik durdum sanırsın tüm bu yargılara, kötülüklere ve zorbalıklara…”Vay bee… kadın başıma neler yapıyorum” dersin de işte o an fark edemezsin aslında sen hayalindeki kadın asla olmadın…olamadın… Sen onların istediği, sana zorla dayattığı bazen de manipüle ile kolayca sindirdiği kadın oldun…. Kadın oldun da….Nasıl bir kadın oldun?

Yazı kategorisi: Genel

Tatlı Telaşlar Tuzlu Anlara Dönüşmesin!


Bu aralar tanıdığım, tanımadığım pek çok insanın gündeminde tatlı telaşlar var. Malum yaz sezonu geliyor. Havalar ısındı evlenecekler, nişanlanacaklar derken birde bu kervana mezun olacaklar eklenince hem kadın hem de erkekler en özel anları için koşuşturmaya devam ediyor.

Şöyle genel olarak hayatımızı bir incelersek; dışarı adım atmak para harcamakla eşit. Bu konuda pek çok dertli insan da tanıyorum. Özellikle de bir gelenek haline gelen ve yapmazsan ayıplanacakmışsın hissi veren konulara hiç değinmiyorum. Keza daha basit, fazla kana nüfuz etmemiş bir olayla başlayalım.

Bu aralar etrafımdaki 10 kişiden biri mezuniyette bunu mu giysem onu mu, arkadaşım evleniyor ne giyerim ben derdine düştüğü için naçizane birkaç küçük not paylaşacağım. (Burada bahsedeceğim yöntemleri bir çok kez denemiş biri olarak sizin de en az bir tanesini denemenizi öneririm. Ee, sonuçta hayat zor, para kazanmak daha da zor. Bizi zorlayan ve kazancımızı bir anda silip süpürecek o sözde “özel günler” için kendimize bir önlem listesi oluşturalım.

  1. Cinsiyet hiç fark etmez; bir gün giyilecek olan bir kıyafete bütçenizin yarısından fazlasını asla ama asla ayırmayın. Bütün ayı aç geçirmek bir gecelik eğlenceye değmez, değil mi?
  2. Hemen ilk madde ile bağlantılı bir şey daha söyleyeyim. Sadece o gece giyip bir daha giyilemeyecek bir şeyi almayı hayal etmeyin. O parayı kazanmak için harcadığınız zamana yazık. En azından ayda bir defa da olsa giyebileceğin bir kıyafet alırsan; verdiğin paraya değer.
  3. “Ama bunlar eski, modası geçti vs.” deme. Elin gavurları deyip geçtiğimiz insanlar efsane bir şey keşfetmiş. Adına da DIY demiş. Yani; “Do It Yourself” Bence şahane bir fikir. Aklına gelip uygulayandan Allah razı olsun 🙂 Hem öyle sadece kıyafetler değil aklına ne gelirse uygulanabiliyor. Kısaca özetlersek; eskiyen, yırtılan ya da kullanmadığın bütün eşyaların sağını, solunu değiştirerek; süslemeler ekleyip çıkararak bambaşka bir ürün elde ediyorsun. Ben mesela 15 yaşımda mezuniyet balosu için ağlaya zırlaya aldırdığım elbisemi yıllar sonra( tahmini 6 -7 yıl sonrasından. Şimdi bunu deyince hiç mi kilo almadın demeyin:) almadım çünkü 🙂 bu konuda biraz şanslıyım 🙂 ) kestirip etek haline getirmiştim. O kadar güzel olmuştu ki gören herkes markasını soruyordu. Bir bilseler o etek maziden kalma… 🙂 tefe koyarlar adamı 🙂
  4. Renk seçiminde ve boyutlarda abartıya kaçmak çoğu zaman insanı zora sokabilir. Örneğin kendine mor renkli bir blazer ceket alacaksın ama iş yerinde siyah dışındaki renkler yasak; ya da süper boy mini elbise aldın günlük hayatta giymen imkansız. Böyle durumlar yaşamamak için sadece o “özel gece” değil bütün zamanı düşünmek lazım.

Bu liste uzar gider de şimdilik bu kadarı yeterli. Siz zaten ana mesajı aldınız ona hiç şüphem yok 🙂

Millet beğenecek ya da onlar ne der diye emeğinizi boş şeyler için çarçur etmeyin. Bir gece için avuç avuç para akıtmak yerine; alın mesela o parayı bir hafta sonu sessiz, sakin bir sahil kasabasına gidin. Oralara para mı dayanır da demeyin şimdi. Size 5 yıldızlı otele gidin demiyorum ki; pansiyon olur, kiralık oda olur, çadır olur hatta bir gece uyumasanız bile olur.

Güzel elbiseler, pahalı janti takım elbiseler sizi sadece 1, bilemedin 2 saat mutlu eder. Ama sevdiğiniz bir şeyi yapmak inanın bana o bez parçalarından çok daha değerli



Yazı kategorisi: Genel

Kaldır Başını Ey İnsanoğlu!

Hayatın tuzu ağır gelmeye mi başladı? Kaldır kafanı, altında derin derin nefes aldığın o şahane gökyüzüne… Hiçbir şeyin yoksa o var, saatlerce şekillerini izleyeceğin ve fark etmeden o büyüye kapılıp gideceğin…

Hepimiz acılar yaşadık…Hepimizin uçmaya can atan kanatlarını teker teker kopardılar. Senin merhametle ışıldayan gözlerine teker teker gölge düşürdüler… Biliyorum, biliyorum çünkü aynı anda farklı şehirlerde belki de farklı ülkelerde benzer acıları yaşadık…

Sevdik, sevmediler…Çalıştık, hakkımızı alamadık…Yardım ettik, aptal yerine koyulduk…Düştük, “o yapmaz be abiii” dediklerimiz üstümüze bastı…

Sende miydi peki hata? Onca yanlış insanı, hatalı olayı sen mi topladın etrafına…Tamam, kabul. Belki bir kısmı senin hatandı. Bak ne diyorum; “senin hatandı.” Geçmiş zaman yani…

Nasıl bir dakika önce yaşadığının ya da yaşattığın olaylara müdahale edemiyorsanız, onlarda öyleydi. Bundan 3 – 4 sene evvel saçma sapan bir kişisel gelişim kitabında okumuştum. Her şeyi yaşayıp, gördüğüne inanan ve aldığı dersleri genelleyen bir akıllı abimiz diyordu ki; üfle geçsin.

Kolay mı öyle “püfff” deyince silip atmak…Evet kolay değil ama üflemezsen o tozlar bir süre sonra katmanlaşıyor. Hani böyle aylarca silmediğin bir masa gibi düşün. Balkonunda şirin küçük bir masa, böyle tatlı yaz akşamlarında çayını, kahveni yudumladığın…Şen kahkahalar ile mahalleyi inletip belki de yanındaki kişiye aşkını haykırdığın. Haykırdığın diyorsam illa çığlık atmak gelmesin aklına…Bazen insan parlayıp delip geçen bir bakışla haykırır bu dünyaya, bazen de içten kopup gelen bir gülümseme ile…Orası sana kalmış…

Şimdi o şirin mi şirin masayı al gözünün önüne… O yaz akşamı bitti, yerine tozu toprağı birbirine karıştıran sonbahar geldi değil mi? Bu da yetmedi, soğuktan iliklerini titreten karlar yağdı…O şen kahkahalara, mutluluklara belki de aşklara şahitlik eden minik balkonun artık burnunu kıvırıp gelip geçeceğin kadar pislendi…

Hayata da aynen o minik balkondan bakıyorum… Bazen keyif kahvemi yudumluyor, bazen ağız dolusu küfrediyor, bazen de kimseler görmesin diye döktüğüm inci tanelerimi orada saklıyorum.

Şimdi ben o minik balkonumu da, minnacık masamı da arada bir silmez, yıkamazsam ne olur? Güzel günler geldiğinde üstüm yeniden pislikle kaplanır. Buna gerek var mı peki? Hele ki büyüklerin “üç günlük dünya” dediği bu acayip alemde değer mi elini, yüzünü, üstünü pisletmeye…

Okurken mantıklı gelir de, sonra içinde “hııı, kolaydı sanki” dersin. Tecrübeyle sabit, ben çok dedim 🙂

Evet çok kızdım, çok sövdüm, çok ağladım ve çok sevdim. Her duyguyu uçlarda yaşadım. Çocukken de böyleydi…Korkardım ama yine de severdim uçlarda dans etmeyi. Hoşuma giderdi oradan düşebilecek olma ihtimali.

Sonraları fark ettim. İster gece olsun ister gündüz…İster kara kış ister günlük güneşlik havalar…Eğer misler gibi çimlere uzanır, başını korkusuzca o mucizevi gökyüzünü kaldırırsan, üstüne bir de gözlerini kapatır ve zihnini boşaltırsan; ne masanda ne de balkonunda toz, toprak kalırmış…

Sizi bilmem ama ben yaşımın yarısını, kendimi hırpalayarak harcadım. Kazanamadığım o lanet paralar için, bir türlü yükselip oturamadığım o koltuklar için, benim gibi sevemeyen insanlar için, çıkamadığım tatiller, benden medet umanlara veremediklerim için…Kısacası her şey için…

Şimdi mi ne oldu? Birden gevşedim, amannn boşverr mi dedim. Hayır… Asla boşver demedim, demeye de niyetim yok. Hayallerdir bizi ayakta tutan ama öğrendim ki her saniyeden keyif almak önemli…Bunu geç öğrendiğim için pişmanım. Hastalanırım korkusuyla yağmurda yürümediğim için, kalbimi kırar diye sonuna kadar sevmediğim için, aman alışır sonra da kullanır diye samimi davranmadığım arkadaşlıklarım için, sırf saçma sapan bir TV show izleyeceğim diye annemle çay keyfi yapmayı ertelediğim için ve en önemlisi de hayal kurmak aptallıktır diyenlere inandığım için…

Şimdi nefes alıyorum…Evet hiç bir şey toz pembe değil. Belki bir çoğunuzdan daha zorlu koşullarda yaşıyorum belki de sizin dertleriniz yanında benimkisi ufak bir tırnak kırılması…Bilemem…Asla da kıyaslamam… Kıyaslama yapmak üzer, incitir ve soğutur…Ne kendimi, ne sevgimi ne de hayatımı başkalarınınkiyle kıyaslayamam…

Şimdi verin bana bir kahve bir müzik bir de misler gibi mavisinde dans ettiğim gökyüzü, gerisi sizin olsun. Hayallerim, umutlarım ve gülüşlerim bana kalsın; hırslar ise hala hayatı anlayamayanlara…

Yazı kategorisi: Genel

Vermeden, Alınır Mı?

Günümüz insanlarında garip garip huylar türedi ve gün geçtikçe o garipliklere alışmak zorunda bırakılıyorsunuz… Gerçi siz istemeseniz bile devir bunu gerektiriyor.

Işte o en can sıkan garip huylardan biri de; vermeden, alma çabaları… Her şey o kadar basit ki artık en sıradan olaylarda bile hemen ” ben neden veriyormuşum” diyoruz.

“Hoop, bilader neyi veriyoruz?” demeyin. Hiç birseyi vermiyorsunuz sorun da bu ya zaten. Vermeden almaya didiniyorsunuz.

Sevmeden sevilmeye, saymadan sayılmaya, çalışmadan kazanmaya, affetmeden affedilmeye….Bu liste uzar da uzar. Biz en iyisi “vermeden almaya” diyelim.

O kadar “ben merkezci” oldunuz ki; çıkarınıza uymayan insanları görmezden geliyor, işinize yaramayan meselelere ilgi bile duymuyorsunuz. Egonuz öyle boyunuzu aşmış ki, aslında yerlerde sürünen karakterinizi göremiyorsunuz bile…

Çıkar üzerine kurulan evlilikler, arkadaşlıklar yalandan selamlar ve iki gün sonra unutmalar… Nasıl kaldırıyor bunca hesabı kitabı bünyeniz anlamak gerçekten çok zor.

Nasıl yeniden iyi insanlar olmayı öğreneceğiz biz? Nasıl çıkarsız davranacak, yürekten seveceğiz… Bu kadar kirlenmiş kalp arasında nasıl kendi kalbimizi temiz tutacağız?